Uzun zamandır klavyeye varmıyor elim!
Yazıyoruz da ne oluyor(?) diye düşünmesem de bazen tembellik, bazen de yaşadığım içsel dalgalanmalar susma ihtiyacımı büyütüyor…
Öğrenme gereksinmem harlandıkça, okunmayı değil de okumayı yeğliyorum.
Okudukça, bir şeyleri bilmemenin güzel taraflarını görüyor, parçası olduğum şu çok bilinmeyenli alemin, tanınması gereken sahibinin büyüklüğü karşısında iki büklüm olmaktan müthiş derece keyif alıyorum.
…
Bilgi, sorumluluğu yerine getirilmeyince yüklerin en ağırı.
Birde kendini bilmediğin şeylerin cevabını vermeye zorlamak var ki, fena! Zanna binaen cevap bulmaya çalışmak cehaleti kebirin işaret fişeği…
Her soruya cevap vermek veya her konu hakkında bir fikir sahibi olmak zorunda değil insan. Bende, sizde değilsiniz…
Olduğundan fazla görünmek, toplum hayatında saygın, bilge sıfatıyla yer edinmek istenciyle her konuda konuşanların vay ki vay hailine.
Birkaç süslü söz başta hoş gelir, dinlenir, sonra kıt bilgiyle üretilen her kelime tekrara düşer sıkar.
Sonra… Sonra bilmediği konularda fetvalar verip çevrene tehlike saçarsın…
Bu hale dönüşmeden susmak, bilgi hazinesini doldurmak gerekir.
…
Platon’un, Sokrates’in Savunmasını okuma tekrarından anladım ki mantığınız, anlatınız ve gerçekler ne olursa olsun, değeri, karşındakinin ölçümlemesi kadar. Kim olursan ol!
Yazılı veya sözlü; olaylara kendi penceremizden anlamlar yüklemek çoğunlukla yanılgıların en kallavisi. Hele ki, “bana göre…” ile başlayanlar…
Zanların, akılda ve gönülde çizdiği yollar, genellikle ateşin etrafına toplanan sineklerin sonu gibi yakıcı oluyor...
Ne kadar kalabalık olsak ta…
Olayların sürüklediği yere mi yuvarlanalım, bilgi ve fikir sahibi olmayalım mı? Derseniz…
Olalım elbette!
Doğruluğu konusunda şüphe olmayan kaynağa ve o kaynağın sahibine başvurarak gerçeğin be bilginin kapısının aranacağını bilerek başlayalım...